“Derin olduğunu bilen kimse, kolay anlaşılır olmaya çalışır.” demiş Nietzsche. Yaşa Friedrich! Ben de “Neden?” diyorum…
Ah benim bu anlaşılma telaşım, uzun açıklamalarım, daha anlaşılır olsun diye kurduğum sempatik empatiler, söylediğim cümlelerin karşımdakini değil de hep beni kovalaması, üzüldüğüme üzülmem demek hep bundan! İnsanlar böylelerine “Duygularını iyi ifade ediyor” diyor bilip bilmeden; oysa tek derdimiz anlaşılmak… Bundan yani karşılıklı kağıt oyunu oynuyormuşuz gibi elimizi rakibe göstere göstere oynamamız. Kazanmak değil konu: “Ben yenileyim ama yeter ki sen doğru anla!” meselesi. Bir nevi fair play, öyle düşün. Demem o ki bazılarımızın hayatı hep “Şair burada demek istiyor ki…” tadında.
Çok değil, sadece iki cümle kurdum ona. Öyle patavatsız cümleler de değil ha; bizzat içimden gelmiş, karşımdaki hak etmiş, yüzde yüz kendinden emin ve başı yukarıda kelimeler. Ukalalık da değil, yanlış anlamayasın: Basbayağı özgüvenli iki cümleden bahsediyorum. Yine de haftalardır içime dert mesela. İki cümleyle anlatılmaz çünkü. Neler neler var içimde kaynayan. Oysa o haklı iki cümle bile dert olmadı ona da tıpkı bir bumerang gibi döndü yine beni vurdu.
Anlayacağın dostum, hatlar kesik bu ara. İletişim kotamızı tamamen doldurduk sanırım. Limiti aşınca hız düştü; birbirimize bağlanamamamız bundan… Eskisi gibi değil. Ben de eskisi gibi değilim zaten. “İki cümle kurdum ona” diyorum, hiç görülmüş şey mi? Kafamda kurup, ona kuramadığım cümlelerin, içimde turşusunu kuruyorum şu ara…
Oysa çözümü biliyorum. Sorsa ona da söylerdim. O iki cümleyi de yanımıza alıp, 4 kişilik bir rakı masasına otursak… Konuşsak, dinlesek, söylensek, sitem etsek, içsek, küfretsek, anlaşsak, barışsak, sarılsak… Birbirimize yine tutamayacağımız sözler verip dağılsak… Yani en azından biraz zaman kazansak… Elbet yine nükseder bizim bu hastalığımız ama nihayetinde ona bir şey olmaz. “Kötüye bir şey olmaz”dan değil. Zaten kötü değil ki o; kötü olamayacak kadar düşüncesiz! Kötülük bile kendi içinde bir çaba, emek gerektiriyor. Bense bir türlü bir tepkime yaratamıyorum artık onda: Kimyalarımız bozuldu. Ben de işte, sonunda dayanamayıp o iki keskin cümleyle onu keseyim derken, tuttum fark etmeden bileklerimi kestim. Oysa yine de bir ihtimal bırakmıştım ona: Dikine kesmedim. İstese yetişebilirdi, kurtarabilirdi… Ne var ki böyle şeyler filmlerde olur. İşte ben de böyle gittim ama içim hala sıcak: Çok uzağa gitmiş olamam…
“Söyle ve ruhunu kurtar.” Bak bu da yine Friedrich Abimizden. Söylemekle kalmayıp, soruyorum üstelik sana:
Şimdi biz seninle, birbirini yine de seven ama belli etmeyen iki inatçı keçi! Kurduğumuz hayallerin turşusuna sen limon sık, ben sirke… Sen Münir ol, ben Adile… Çenem titreyerek ağlarım da görsem hıçkırarak; görmesem daha iyi… Ne dersin, seneler sonra bir bahaneyle, dönebilir miyiz biz de “Neşeli Günler”imize?…

İlgili yazılar